Son gün. Bugün koca bir yılın son günü. Herkes bir telaş içerisinde. Hediye almak için dükkan dükkan, mağaza mağaza dolaşanlar, alışveriş yapanlar, yıl sonu mali hesapları yapanlar, proje yetiştirmeye çalışanlar (ben galiba bu gruba dahilim), barışanlar, küsenler, ayrılanlar, buluşanlar, gidenler, gelenler, zamansızca aramızdan ayrılanlar, dünyaya yeni merhaba diyenler... Bu liste daha uzar gider.
Bu yıl nasıl geçti diye bana soranlara cevabım; hani yüzdeye vur deseler %90 kötü derim. Ama %10'luk kısım benim hayaller kurmam için, yeniden toparlanmam için bana yetiyor. Ama inşaallah 2013 de bu durum tersine dönerde gelecek yılın sonunda ben bu seneyi musmutlu geçirdim, kötü geçirmek mi o da neymiş guuuuuu diyebilirim inşaallah.
Bu senenin bana kazandırdığı en iyi şeylerden biri blog dünyasını keşfetmem ve yazdıklarımı insanlarla paylaşabilmeye cesaret etmem oldu. Ben hep yazıyordum ama sadece kendime. Gün yüzüne çıkmamıştı yazdıklarım. Ama bu yolun giriş kapısını araladığımı düşünüyorum. Umarım bu kapıyı sonuna kadar açabilir ve daha da güzel yazılar yazabilirim. :)
İnşaallah 2013 kim nasıl olmasını istiyorsa öyle olur. İnşaallah :)
Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış: Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.
Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi, adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar. Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş. Çünkü, mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş. Aşk, ada neredeyse battığı zaman yardım istemeye karar vermiş.
Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş Aşk'ın önünden.
Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?"diye sormuş.
Zenginlik,"Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, bu defa çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş.
"Kibir, lütfen bana yardım et!"demiş.
"Sana yardım edemem Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk, Üzüntü'den yardım istemiş:
"Üzüntü, seninle geleyim..."
"Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş ama o kadar mutluymuş ki, Aşk'ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş:
"Gel Aşk!!! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki kendini, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.
Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden, yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu olduğunu farkeden Aşk, Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?"
"O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi.
"Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?"diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir..."
Yine bir akşam üstü... Ve ben yine bulutlarla beraber çay içiyorum... Şekersiz. Aylardan aralık. Hava soğuk. Senin yanımda olmanı istediğim akşamlardan birisi işte. Her akşamki gibi yine boş ve yine sabaha gebe. Sanki kar yağacakmış gibi.
Soğuk dedim ya işte bu soğukluk sadece bu akşama özgü bir soğukluk değil. Temmuzda da böyleydi hava benim için. Seni bekliyorum. Belki biraz sana sarılır ısıtırım kendimi diye düşünüyorum. Sen yanımda olsan belki şubatta bile yalın ayak gezebilirim. Şubat bile üşütmez beni yanımda olsan. Hatta mart bile bir şey yapamaz. Eminim.
Ben kardan adam yapmaya bayılırım. Ama kardan adam yaparken hiç sabredemem. Biran evvel olsun da bitsin diye acele ederim. Hele o en son havucu burun olarak takmak yok mu işte o bitiriyor beni. Kömür ile göz ve dudak yapıp ona gülümsemeyi öğretmek bir başka haz benim için. Tabi birde boynumdaki atkıyı üşümesin diye onun boynuna dolamak sanki birisine büyük bir iyilik yapmışım hissini verir bana hep.
İşte o zamanlar sevmem ben güneşi. Zaten ben üşümesin diye ona atkımı vermiştim niye doğuyorsun aptal güneş.Sen yanımda olsan seninle de kardan adam yapardık. Ama o zaman ben hiç acele etmezdim. Ne kadar uzun sürerse sürsün beklerdim. İsterse hiç bitmesin. Beklerdim. Bir daha ki kışı bile beklerdim sen yanımda olsan.
Sen yanımda olsan bu sefer havucu kardan adamın burnuna takmazdım. Seninle beraber oturur kıtır kıtır yerdik. Bize okulda öğrettiler. Havuç gözlere çok iyi gelirmiş. Hep öyle derdi Güldane Öğretmenim. Zaten benim de senin gözlerine ihtiyacım var. Onlara iyi bakmam lazım. Her gün bir havuç yerdik seninle. Sırf gözlerine iyi gelsin diye. Biliyorsun benim senin gözlerine ihtiyacım var. Sonra kardan adamın gözlerini ve dudaklarını yapardık. Ben gözlerini yapardım sende dudaklarını yapardın. Dudaklarını sen yaptığın içinde gülümsemeyi öğretmek sana düşerdi. Eminim ona çok iyi öğretirdin gülümsemeyi. Aynı senin gülüşün gibi sımsıcak gülerdi biliyorum. İyi öğretirdin. Sen yanımda olsan atkımı sana verirdim. Nasıl olsa kardan adam gülümsemeyi öğrendi ya üşümez artık. Artık güneş bile çıksa üzülmem ben.Sen yanımdasın ya bir tane kardan adam daha yaparız güneş batınca. Güneş doğunca yine eritir onu. Biz bir tane daha yaparız.
Sen yanımda olsan bu kez bulutlara hiç yüz vermem. Çayımı seninle içerim. Şekersiz. Sen yanımda olsan beraber uzaktan şehrin ışıklarını seyrederiz. Yok yok seyretmeyiz. Şehir turu yaparız. Sonra tekrar uzaktan uzağa şöyle bir süzeriz şehri. Tam karşısına oturup uzun uzun seyrederiz ışıkları. Yok yok uzun uzun seyretmeyiz. Uzun uzun seyredersek gözlerimiz yorulur. Biliyorsun benim senin gözlerine ihtiyacım var ya onları fazla yormayız. Zaten daha çok gezecek yer var. Sonra .... Sonra nereye gidelim ? Sonrasına sen karar ver canım. Biliyorsun ya nereye gittiğin önemli değil kiminle gittiğin önemli... Sen yanımda olsan nereye olursa oraya giderdim.... Bi gelsen de hayaller gerçek olsa artık :)
Hani arkadaşlar vardır. Uzun zamandır yüz yüze görüşmemiş, görüşememişsinizdir. Aranıza farklı şehirlerde olmanın zorluğu girmiştir. Ama telefon bağı hiç kopmamışdır. Mesajla ya da arayarak iletişim hep sürmüştür. Bi sürü şeyinizi anlatmışsınızdır ona. İçinizi rahatlatmıştır sizin.
İşte benim de öyle bi arkadaşım var senelerdir yüz yüze görüşemiyoruz. Canım arkadaşım Burcu. Onu senelerdir göremiyorum. Uzun zamandır da telefonla da konuşamıyorduk. Geçen akşam beni aradı. Sanki daha dün dersaneden eve beraber gitmişiz gibi o kadar aynıydı ki herşey. Bu duruma çooooooooooooooook mutlu oldum. O artık öğretmen oldu. İkimizde iş hayatına atıldık ama hala dersanedeki gibi süper bi modda sohbet ediyoruz.
Bir zamanlar (lise yıllarında) Kurtlar Vadisi manyağıydım. Şimdi denk gelirse bile izlemiyorum, izleyemiyorum diyelim. Yoğunluktan dolayı. Ama lisede ders kampından bi şekilde izin alır perşembe akşamları oturur diziyi izlerdim. Ertesi günü de dersanede Burcu ile kritiğini yapardık. Polaaaat derdik. Şimdi gülüyorum o hallerimize yaaa :) Ama o kadar da olacak yaa. Ben üniversite sınavına girdiğimde henüz 16 yaşımdaydım. Ergenlik ablası ergenlik :) Küçüktüm. O kadar ki üniverstede ilk kimlik kartımı bana vermediler yaa. :( Yaşın 18 den küçük annene ya da babana imza attır getir kimliğini ondan sonra veririz dediler. Arkadaşlar Küçük diye çağırıyorlardı artık.
Neyse biz konumuza devam edelim.Burcu canım arkadaşım. Geçen gün seninle konuştuktan sonra o kadar mutlu oldum ki. Seni çok seviyorum. Hep böyle olalım tamam mı? Ama arada yüz yüzüde görüşelim yaaaa :( Ama kafaya koydum en yakın zamanda işleri ayarlayıp seni ziyarete geleceğim.Oraya gelince artık konuş konuş dilimiz şişer, çenemiz yorulur ama biz hala özlem gideremeyiz sanırım. :)
Yapmam gereken 3 mim var. İkisini şimdi yapıyoruuuuuuuuuum . :) Beni bu mimler için birçok arkadaşım mimledi. Yani anlayacağınız üzre bu mimleri yapmak için bayağı geç kaldım.
İlk mimimize başlayalım bakalım.
BLOGUNUZDA GÖRMEK İSTEDİKLERİNİZ VE İSTEMEDİKLERİNİZ:
Hımm blogumun şu anki durumundan memnunum. Takip ettiğim bloglarda şu ana kadar görmek istemediğim bi şeyle karşılaşmadım. Ama genelleyecek olursak, şiddet içeren yazılar görmek istemiyorum. Gündelik hayatımızda bunları yeterince gözümüze sokuyorlar zaten bari buraya bulaşmasın. Sonra etnik ayrımcılık yazılarını görmek istemiyorum. İnsanlar yaşamın her anında ayrımcılık yapmak için uğraşıyorlar. Burada olmasın o yaaa. Biz burada yazılarımızla arkadaşlık kurduk. Kimin kökeni nedir diye burada değiliz değil mi?
Neyse görmek istediklerime gelince; arkası yarın tarzında olan yazılar çok hoşuma gidiyor. Bu günlerde Siyah Kuğu arkadaşımın yazısını takip ediyorum. Çok güzel yazıyor. Acaba bende bi gün öyle yazabilecek miyim? :( O kadar güzel yazıyor ki ertesi günü yayınlanacak bölümü çooook merak ediyorum. Hatta bugünkü yazısını henüz yayınlmadı. Ehhh be Kuğum meraktan öldürme yayınla artık yaaaa :)
İşte böyleeee. Dediğim gibi ben bloglarımızın son durumlarından gayet memnunum umarım hep böyle devam eder. :)
İkinci mim ise;
2013 YILINDAN BEKLEDİKLERİNİZ;
2012 yılı benim için pek de iyi geçmedi. Kayıplarım oldu. Kendimi zor toparladım. Ya da hala toparlamaktayım diyelim. (bunu dışardakiler en yakınlarım dahil olmak üzere bilmiyorklar ama galiba çoğu şeyi içimde yaşamamdan kaynaklı)
Onun için sevgili 2013 kardeş; lütfen bu sene ve sonraki senelerde (senden sonra gelecek olan arkadaşlarına söyle bu laflarım onlar için de geçerli) benden ve sevdiklerimden üzüntü, keder, hastalık uzak olsun. Uzun yıllardır hep bu kötü durumları getirdi bize.
Sonra dualarım kabul olsun yaaaaa. O kadar çok dua ettim ve ediyorum ki artık korkuyorum acaba dualarım kabul olmuyor mu diye. :( Çünkü durumlarda herhangi bir değişme yok. :(
Erkek kardeşim üniversite sınavına hazırlanıyor. Büyüdü sıpa yaaaa. :) Oysa daha dün gibiydi tombiş bi çocuk olduğu zamanlar. Elektrik Elektronik Mühendisliği istiyor. İnşaallah olur yaaaa. Olursa annemin ilk dört çocuğu da mühendis olmuş olacak. Bakalım diğer ikisi ne olacak?
Artık bu sene gelecek planları yapmak, gelecek için adımlar atmak istiyorum. (işte ben bu kadarını söylüyorum gelecek planları deyince zaten çoğu kız arkadaşım ne demek istediğimi anlamıştır :) )
Eveeeet. Okuduğum mimler kadar güzel olmadı ama idare edin artık. :)
Kimleri mimlediğim konusuna gelince. Galiba en son yapanlardanım bu mimleri. Onun için benim gibi sona kalanları mimliyorum. Yapmayıp da bu yazıyı okuyan herkes mimlendi ona göre :)
Babanın yokluğunun nasılda insanın suratına bir tokat gibi çarptığını öğrendim.
Başın sağ olsun dendiğinde içinde kopan fırtınalar nasıl olurmuş öğrendim.
Küçük kardeşinin yanında onu üzmemek adına o her baba ile konu açtığında konunun nasıl başka yerlere çevrileceğini öğrendim.
Sevdiklerimiz hala yanımızdayken onların kıymetini bilmemiz gerektiğini öğrendim.
Bir evin ihtiyaçlarını düşünmekten inanın kafası nasıl da çatlarcasına ağrırmış öğrendim.
İlköğretimi okuduğun okulun kurucusu ile konuşup küçük kardeşi anaokuluna yazdırmak, taksitleri kim ödeyecek dendiğinde ben ödeyeceğim demek, büyük abla olmak nasıl birşeymiş öğrendim.
Şarkıları dinlerken insanların gözleri neden uzaklara dalıp gidermiş öğrendim.
Öğrendim işte yaaa. İyi ya da kötü. Beni mutlu ya da mutsuz eden bi sürü şey öğrendim.
Eveeeeeeet geldim. :) Sonunda geldim yaaa. Bi bilseniz nasıl yoğun günler geçiriyorum. Bu postu size Sevgili Siyah Kuğu'nun Senden Önce Senden Sonra yazılarından birinde bahsettiği bi şarlı olan Seven Ne Yapmaz şarkısını dinleyerek yazıyorum. Zaten o postu okuduğumdan beri aynı şarkıyı döndürüp döndürüp dinliyorum. Hülyalara dalıp dalıp çıkıyorum :( Beni mahvetti bu şarkı Kuğum :(
Neyse en son pazartesi günü yazmıştım valla yazamamaktan kaynaklı içim şişti :( Ne güzelmiş burada içimi dökmek. Kimseye söyleyemediklerimi, kızdıklarımı, güldüklerimi size anlatmak.
Bu sabah gördüğüm çok güzel olan rüyanın etkisinden kaynaklı belimin ve bacağımın ağrısını bile hissetmeden ortalıkta pürneşe vaziyette dolanıyorum. :)
Evet dedim ya hafta başından beri işler o kadar yoğun ki anlatamam. Bi ara otomatikleştim zannettim yaaaa.:( Projenin birini bitir birine başla. Çalıştığımız firmalardaki insanlara laf anlatmaya çalış. Offfff. Valla biraz daha böyle devam ederse error verecem. :(
Çarşamba günü Konya'da bir yağmur vardı ki sormayın. Yağmuru çok seven biri olarak bile güzelliğini göremeyecek kadar yoğundum. İş için dışarı çıktım. Aslında yürüyecektim ama elimde dosyalar olunca ve yağmur çok şiddetli yağınca dolmuşa bindim. Şoföre parayı uzattım. ''Bozuk yok mu abla?'' dedi. Bende de maalesef yoktu. Yürümeyi planlayıp, yağmurdan dolayı bindiğim için bozuk para almamıştım yanıma. Değilse bende sevmem yani tüm para vermeyi. :( Sonra bekle bekle paranın üstü gelmedi. En sonunda bende ''Ben ineceğim ama paranın üstü gelmedi'' dedim. Şoför duymamazlıktan geldi. Tekrar söyledim bu sefer mecbur durup paranın üzerini verdi. Demek ki bozuk parası varmış değil mi? Sonra indim dolmuştan bi yandan şemşiyeyi açmaya çalış bi yandan da para üstünü çantaya tıkıştırmaya çalışırken bi güzel ayağımı burktum. :( Neyse topukluluarla aksaya aksaya yürüdüm. Ofise geldim. Sonra iş çıkışı eve giderken yolda ayağım kaydı. Bi güzel düştüm. Uzun bi süre kalkamadım. Belimde bi şey kırt etti :( Neyse zor zoruna da olsa dolmuşa bindim. Evin oraya geldiğimde şoföre ineceğim söyledim. O da sağolsun beni bir göletin içinde indirmek istedi. Yağmurdan dolayı su birikmiş ama içine girsem topuklularla bile ayak bileğimi geçerdi su. Burada çok su var biraz ilerler misiniz dedim. Adam boş boş yüzüme baktı. Dediğimi tekrarladım. Sonra ne demesin. Burda insen ne olur dedi. Olmaz dedim. Mecbur söylene söylene biraz ilerde durdu. Zaten bi manyak bu Konya'nın dolmuşçuları. Düşünün ben dirseğiyle vites atanını bile gördüm. Gerisini siz düşünün artık. :) Dolmuştan indikten sonra eve giderken yolda bi daha ayağımı burktum. :..( Offf. Canım hala acıyor valla. Berbat bi gündü. Sonra ağrı kesicilerle. kas gevşelticilerle dolu günler geçirdim. Ama hala ağrılarım var.
Haaa bi de ofisteki pc'den bloga gireyim de kim neler yazmış bakayım dedim. İki gündür ona da giremedim. Neymiş çerez fonksiyonları kapalıymış. Açmam gerekiyormuş. Uğraştım uğraştım yapamadım. Bilen varsa bana yardımcı olursa çok sevinirim.
İşte böyle 5 günün kısa özeti. :) Düştüm, dolmuşçularla kavga ettim, bol bol proje hazırladım, çerez fonksiyonları ile kavgaya giriştim ama kavgayı galiba onlar kazandı. Çünkü hala açamadım o çerez fonksiyonlarını :(
Bir din bilgininin yolu akıl hastanesine düşmüş. Girip orada kalan delilerin halini görmek istemiş. Orada elleri ve ayakları bağlı bir delinin sevinç içinde bağırdığını, mutluluktan, keyften sarhoş olduğunu görmüş. Delinin yanına gitmiş; ''Elin ayağın bağlı farkında değil misin nedir bu neşe?'' diye sormuş. Deli ona çok akıllıca bir cevap vermiş; ''Benim sadece elim ayağım bağlı, yüreğim bağlı değil ki, Gönlüm özgür olduktan sonra tutsak olmuşum ne çıkar? İki alem dediğin nedir? Bir deniz, adı da gönül. İşte o denizde hürüm ben'' demiş.
Bu hikayeyi biraz önce okudum ve okuduktan sonra oturdum uzun uzun düşündüm. Sahi biz gerçkten özgür müyüz yoksa özgür olduğumuzu mu zannediyoruz? Bence çoğumuz özgür değil, çok az insan gerçekten özgür (onlara deli diyoruz). Geri kalan çoğunluk kısımsa sadece özgür olduğumuzu zannediyoruz o kadar.
Özgür olmak demek sadece eli kolu bağlı olmamak ya da bedenen birşeyi yapmak, bir yere gitmek için herhangi bir engeli olmamak mı demek?
Kesinlikle hayır!
Biz etrafımıza koca koca, aşılması çok zor olan duvarlar örüyoruz. Ayaklarımıza görünmeyen pırangalar takıyoruz. Gönlümüzü bir mahzene kapatıyoruz ve çıkmasına izin vermiyoruz. Ama daha sonra da özgür değilim diye hayıflanıyoruz.
Düşünüyorum da hangisi daha güzel? Deli olup özgür olmak mı, akıllı olduğumuzu zannedip tutsak olmak mı?
Çok eski zamanlarda iki genç varmış. Birbirlerine çok aşıklarmış. Birbirlerini görmeden bir an bile geçiremez olmuşlar. Ailelerin itirazlarına rağmen evlenmişler. Ama evlendikten kısa bir süre sonra o aşkın yerinde yeller esiyormuş. Artık o sıcacık aşkın yerini fırtınalar almış. Kavgalar, gürültüler şiddetlenmiş. Artık doğru düzgün iki kelam edemez olmuşlar.
Aileleri bu durumun farkına varmışlar ama birbirlerini bu kadar severken bir anda nasıl böyle olduklarına akıl erdirememişler. Çift dışarıya karşı birbirleriyle çok iyi anlaşan, birbirine çok aşık bir çift görüntüsü veriyorlarmış ama kendi kendilerine kaldıklarında birbirlerine karşı nefretle konuşmaya, bağırmaya devam edermiş.
Aileler, çocuklarının aşkının bir anda nasıl böyle bitiverdiğini anlamak için bir bilgeye gitmişler. Bigeye;
-Ne olur bizim çocuklar niçin böyle oldu araştır, bul dermanını demişler.
Bilge şöyle bir düşünmüş ve cevabını vermiş;
-Bunun için araştırma yapmaya gerek yok ki, demiş.
-Neden, diye sormuş aileler.
Bilge, sözlerine devam etmiş;
-Çünkü ikisi de başkalarına aşık, demiş.
-Nasıl olur onlar birbirlerine çok aşıktı, bütün itirazlara rağmen irbirleriyle evlendiler, demişler.
Bilge ailelerin şaşkın bakışları eşliğinde sözlerine devam etmiş;
-Onlar çok genç ve samimiydiler. Onlar birbirlerini delice sevdiklerini sanıyorlardı. Oysa ikiside sadece kendisini seviyor, ötekisini ise istiyordu. Bu yüzden birlikte oldular ama asla BİR olamadılar, demiş...
Dışarda hava buz gibidir. Bütün gece kar yağmış ve şimdi hava ayaza durmuştur. Eve gelirsin. Sıcacık sobanın dibine sokulursun. Çok üşümüşsündür. Isınmaya ihtiyacın vardır. O kadar üşümüşsündür ki ellerini sobanın içine sokmak istersin. Soksan yanacağını bilirsin ama umursamaz ve bir an önce ısınmak istersin.
Daha sonra yavaş yavaş ısınırsın. Artık ellerini hissediyorsundur. Sonra sobanın dibinden uzaklaşırsın. O biraz önceki üşürken ki dinç halin yoktur. Biraz rehavet çökmüştür üstüne. Artık ısınmışsındır. Odanın sobaya en uzak köşesine kaçarsın. Üstünde fazla olan ne varsa çıkarmaya başlarsın. Çünkü artık o sıcaklık sana huzur vermemeye başlar. Sıkılırsın bu durumdan. Sonra ikazlara kulak asmazsın ve camı açarsın. Açarsın ki biraz rahatlayasın. Kendini biraz önce kaçtığın soğuğun kollarına tekrar bırakmak istersin...
...
Aşk da böyle değil midir?
...
Üşümüşüzdür. Bizi üşüten biten bir ilişki de olabilir, ailemizde olabilir ya da hiç birini sevmemiş/sevememiş olmamız da olabilir. Isınmak isteriz. Aşık olduğumuz ilk zamanlar işte ellerimizi o sobanın içine sokmak istediğimiz zamanlar gibidir. Yanacağını biliriz ama korkmayız.
Çok üşümüş insan için aşkın o ilk zamanlarındaki sıcaklığı hiç birşeye değişilmezdir. Sonra ilişki başlayıp alışmaya başlayınca sıcaklığa alışıp artık ondan uzaklaşmak istediğimiz gibi uzaklaşırız aşktan, aşık olduğumuzdan. Artık birinci planda değildir bizim için aşk. Ve en sonunda da eğer artık sıcağı istemediğimiz gibi bu aşkı da istemiyorsak camı açıp soğuğun tekrar aşkla aramıza girmesine izin veririz... :(
İnşaallah tüm aşıklar ömür boyu asla soğuğun aralarına giremeyeceği bir aşk yaşarlar...
Ablaların bitanesi Beyaz Ablam pardon pardon Arseli Ablam beni mimlemiş. Mimleyip de mimi yapmayanlar için bir güzel temennilerde bulunmuş ki sormayın :) bekarlar evde kalsın :), burnunun ucunda sivilce çıksın :), evlilerin eşi dırdırdan başının etini yesin :), ... korkudan başladım mime :) şaka şaka ablam beni mimlerde ben o mimi yapmaz mıyım hiç :)
Gelelim sorularımıza;
-Mantığın mı yoksa Duyguların mı ön plandadır?
Bu soru bana bu aralar sorulmamalıydı yaaa :( Aslında normal şartlar altında mantığımla kararlar veririm (çok da duygusuz zannetmeyin de beni) Ama bu aralar araftayım. :( Önceki yazımda da belirttiğim gibi ikisinden bi tarafı seçemiyorum ki :( Ya da seçmeye kalksam acaba diğerini seçsem daha mı doğru olurdu diye düşünüyorum. Öyle ortada kaldım yani bakalım ne olacak.
İnsanlar niye mi mutlu değiller? Bence bunun cevabı doyumsuzluktur. İnsanlar (buna hepimiz dahiliz) çok doyumsuz oldu. Yeni bi şey görüyoruz onu almak istiyoruz, birinde bi şey görüyoruz niye bende yok diyoruz. Bi hedef koyuyoruz önümüze daha o hedefe ulaşmadan daha yüksek bi hedef daha belirliyoruz. Eee sonuçta ne oluyor? İlk koyduğumuz hedefe ulaştığımızda sevinmiyoruz. Niye çünkü artık bu ulaştığımız bizi tatmin etmemekte. Daha yükseklerde gözümüz.
Tamam hep daha iyiyi istemek herkesin hakkı ama önce ulaşabileceğini iste. Ona ulaş. Keyfine var, ondan sonra yeni bir hedef koy.
Şükretmemek ise ayrı bir konu. Bence onu çoğumuz layıkıyla yapamıyoruz. Biz, Allah bize ekstradan bi şey verdiği zaman şükredeceğimizi zannediyoruz. Aslında en büyük şükür konusu bence sağlığımız, ailemiz, sevdiklerimiz. Onlar en büyük şükür sebebi.
-Çok para harcayıp keşke almasaydım yada harcamasaydım dediğin bir şey var mı?
Hımm. Bi düşüneyim bakalım. Ya aslında yok. Ama lise sondayken cep telefonu aldırmıştım aileme. 6 sene önce 800 tl'ye almıştık. O zaman hiç pahalı mı değil mi diye düşünmemiştim. Ee daha 16 yaşındaydım yaaa o kadar düşüncesizlik o yaş için normal değil mi? :) Şimdi çalışmaya başlayıp para kazanmanın zorluğunu görünce öyle har vurup harman savurmam. Bu arada o telefonu hala kullanıyorum ve hiç tamir yüzü de görmedi. Hakkını verdim yani o paranın. :)
-Haklı olduğun bir konuda hakkını savunur musun yoksa susmak adalet mi dersin?
Susarım, susarım, susarım ama en sonunda o bardak taşınca işte beni o zaman izleyin :) Hakkımı bir güzel savunurum. :) Annemin tabiriyle taramalıya bağlar çok hızlı bir şekilde konuşurum. İşte o zaman karşımdakinin vay haline :)
-Tok gözlü müsün yoksa herşeyim olsun diyenlerden misin?
Aslında bu kişiden kişiye göre değişir. Kişi kendini tok gözlü zanneder ama karşıdaki kişi onu hiç de öyle tanımlamaz. :) Tok gözlü olup olmadığıma en iyi etrafımdaki kişiler cevap verir herhalde. Ama şöyle bir muhasebe yapıp düşünürsem ...hımmm... evet evet tok gözlüyüm. :) Bu evin en büyüğü olmamdan da kaynaklanıyor olabilir. Çünkü tam anlamıyla çok özel eşyalarım dışındakileri kardeşlerimle ortak kullanıyorum :( Paylaştığıma göre herşey benim olsun demiyorumdur değil mi? :)
İşte bu kadaaaaar. Benim cevaplarım bunlar. Öncelikle Arseli ablama beni mimlediğİ için teşekkür ederim.
Sıra benim mimlediklerim de; Deeptone, Uyuşuk Hayalperest, Lafanino, İpekböceği, safransarı (doğru yazdım değil mi:) ), BirgaripŞeyma, Biricit, Pire Kızı, Siyah Kuğu, Nursalkımı, Kirazlı Dondurma, Damlasakızlı Dondurma ve Kar Şekerim (ben ona öyle diyorum, o anlar)
!!!Not: Mimi yapmayanlar için Arseli Ablamın söylediği temennilerin aynısını bende söylüyorum ona göre :D
Artık ağlayabilir miyim gönlüm?İzninle… Ama öyle sessiz sedasız içten içe değil bağıra çağıra ve belki de bir gökgürültüsü gibi. Bütün o kirlerimle birlikte ağlayabilir miyim? Bir sebep olmadan öylesine ama ölesiye… Bedenimden canım çıkıncaya kadar… Nefesim kesilinceye kadar… Kimsenin değil,kendi omzumda hiç kimselere yük olmadan ağlayabilir miyim?
(Hikayeleri, şiirleri çok güzel okuyan sevgili Asım Yıldırım abinin okuduğu bu şiiri dinledikten sonra yazdım yukardaki yazıyı. Önceden de dinlemiştim bu şiiri ama bugün bende bu yazımdaki gibi bir etki yaptı..)
NEY, binlerce kamışın arasından bir tane dar boğumlu ve etli kamıştan, Allah'ın insanlara sunduğu en güzel ve en eski nefesli aletlerden biridir.
NEY, her türlü abartıdan ve gösterişten uzak sadece bir kamış parçasıdır. NEY sadece ses çıkarmaz, onu üfleyenin ve dinleyeninin içinde farklı duygu ve düşüncelerin oluşmasına vesile olur. Huzur verir.
Her haliyle insana benzer, aşka benzer.
NEYin yedi değili vardır, insanda da yedi delik vardır.NEYde dokuz doğum vardır, insanın gırtlağında da dokuz boğum vardır ve insan dokuz ayda dünyaya gelir.
NEY de tıpkı insanlar gibi doğduğunda ağlamaya bağlamıştır. NEY, vatanı olan sazlıkta büyür, yeşerir. Ama koparıldıktan sonra kurur ve solar.Bir ustanın eline gelir. Delikleri açılır.Sonra da vatan hasretiyle, ayrılık acısından feryat etmeye, boğuk boğuk sesler çıkarmaya başlar.
Aslına bakarsanız NEYden çıkan bizim duyduğumuz ses, bir melodi değil bir feryat, bir yakarış, ağlama sesidir.Biri onu üflediğinde insanlara derdini anlatmaya çalışır, vatanına olan hasretini dile getirir. İnsanda öyle değil midir? Yurdundan ya da sevdiğinden ayrıldığında böyle acı çekmez mi, hasret duymaz mı?
NEY aşktır, aşkı yaşamaktır.
NEY insanı anlatır, insanı sembolize eder.
NEYin içi boş bir kamıştır, yalnız aşkın nefesiyle doludur. Aşık insanların da kalbi sadece akşla doludur.
NEY üflendikçe, değer verildikçe daha iyi ses çıkarır. Tıpkı insan gibi değer verildikçe, sevildikçe daha çok sever.
NEY, sesini vermek için çaba ister, emek ister ve bağlılık ister insandan. İnsan NEYe yeterince emek verdiğinde, sesi çıkarmak için uğraştığında, NEYde ona karşılık verir. Aşkta böyledir. Çaba ister, emek ister, ilgi ister. Eğer insan yeterince çaba göstermişse, emek sarf edip yanmışsa, aşkta ona karşılığını verir. Zaten her insan da NEYden ses çıkaramaz.
NEY, insanın dertlerinden, sıkıntılarından yorgun düştüğü zaman huzur bulduğu bir arkadaştır.
NEY, herşeyden uzakken, herşeye yakın olmaktır.
NEY, aşkı ararken aşkı bulmak, yanmak demektir.
NEY, bana göre gösterişten uzak, sade bir yaşam şeklidir.
NEY belki de kesileceğini ve yurdundan koparılacağını bile bile tekrar boy salar ve tekrar koparılır.
NEY hasretle, hasrete doğar ve yaşamı boyunca da onun için ağlar.
İnsan da aşkla doğar ve yaşamı boyunca aşk için yanar, ağlar ve belki de onun için ölür.
Tabi bu aşk yaradan aşkı da olabilir, yaratılana duyulan aşk da olabilir.
Ama aşk her zaman onun yolunda yürüyenindir.
(Yarın ney kursuna başlıyorum. Düşünürken böyle bi yazı çıktı işte...)
Kendimizi sevmeliyiz... Birbirimizi gerçekten sevmeli ama aşktan bağlar üretmeye çalışmamalıyız.
Aşk bize verilmiş bir hediye olmalı, ama bedeli olmamalı, bedel istenmemeli...
Aşk bağlılığa dönüştüğü anda ilişki haline gelir.
Aşk taleplerde bulunulduğu anda hapishaneye, zindana benzer. Özgürlüğün artık elinden alınmıştır; göklerde uçamazsın, altın bir kafese koyulmuşsundur.
Aşkın sana özgürlük verici olması lazım, sana zincir vurması, ayağına pıranga takması değil; sana kanatlar taktırıp mümkün olduğunca yükseklere uçmanı sağlaması lazım.
Sizin bildiğiniz aşk biyolojik bir dürtüden ibaret; hormonlarınla kimyandan kaynaklanıyor. Kolaylıkla değişebilir.
Kimyandaki en ufacık bir değişim "en gerçek olan gerçek" sandığın o aşkınızın yok olmasına yetecektir. Çünkü siz tutkuya "aşk" diyorsunuz.
Aşk sadece verici olmayı bilir ve asla karşılığını beklemez; aşk koşulsuz, şartsız paylaşmaktır.
Gerçek aşkı, gerçek bir aşığı asla hayal kırıklığına uğratamazsın, çünkü zaten hiçbir zaman bir beklentisi yoktur ki.
Gerçek olmayan aşkı, gerçekten aşık olmayan ama aşığım diyen aşığı asla tatmin edemezsin çünkü bir beklenti içindedir ki yapılanlar hep az gelir.
Aşk, yaşamımızın en büyük deneyimlerinin başında gelmektedir ve aşk enerjisi ile deneyimler yaşamadan, ömürlerini geçirenler hayatın ne olduğunu asla öğrenemezler. Fazla derinlere inmeden yaşamın yüzeyinde kalır, okyanusun derinliklerindeki güzellikler gibi hayatın derinliklerindeki güzellikleri göremeden göçer giderler.
Aşk olduğu zaman seven ve sevilen birlikte aşkın içinde kaybolur.
Eğer özgürlük ve aşka sahipsen başka şeye ihtiyacın yoktur.
Yaşam size işte bunun için, aşk ve özgürlükle birlikte hayatın diğer güzelliklerini bulun ve mutlu olun diye verildi...
Neden hep kısıtlanıyorum. Yapmak istediklerimi yapmamıyorum. Önüme hep bir engel, bir sorun çıkıyor.
Neden bir arkadaşımın yanında olmak istiyorsam annem, kardeşlerim ya da diğer kişiler niye yorum yapıyorlar, her zaman beraber olunmaz ki diyorlar. Sanki her zaman berabermişiz gibi.
Ben arkadaşlarımla uzun zamandır böyle zamanlar geçirmemiştim. Böyle mutlu olduğum zamanlar olmuyordu uzun süredir.
Çok mu iyi oluyordu acaba beni yargılayanlara soruyorum? Evden işe, işten eve gidip gelirken hiç sorun yoktu değil mi? Nasıl olsa ben hep evde olurdum. Ama görmüyorlar mı acaba ben öyle tek düze yaşarken mutsuzum. Sonra niye kaşların hep çatık dolaşıyorsun diye soruyorlar. Niye acaba? Mutsuzluk katsayım tavan yaptığı için olmasın.
Bir gerçek var yani bence böyle. Katılan ya da katılmayan olabilir. İnsan ailesinden daha kolay anlatır içindekilerini arkadaşına, hele ki bu arkadaş en yakın arkadaşınsa. Sen onun herşeyini bilirsin, o senin. Sizin de ailenizin bilmediği ama arkadaşlarınızın bildiği şeyleriniz yok mudur?
Neymiş bu aralar çok dışardaymışım. Ya olacağım tamam mı çünkü bunaldım artık bunaldııııım. Ama bunu farketmek yerine benim bu aralar çok dışarı çıkmamı farkediyorlar.
Dedim zaten bundan sonra böyle. Ses çıkarmadım, gereğinden fazla fedakarlık yaptım da ne oldu? Bana şiddetli baş ağrıları olarak geri döndü.
Niye yüzün asık diye soran kardeşlerim, başım ağrıyor onun için dediğimde zaten seninde hep başın ağrıyor dedikleri zaman acaba benim bu baş ağrımın mutsuzluğumdan kaynaklandığını bilmemiyorlar mı? Demek ki anlamıyorlar, bilemiyorlar. Bilseler bana bu kadar yüklenirler miydi?...