31 Mayıs 2014 Cumartesi

YAĞMUR...

Bu ses… 
Yoksa sokaklar mı coşuyor? Usul usul ve sürekli bir melodiye ritim tutuyor gibi sokaklar. 
Peki ya bu koku ne? 
Toprak, suya doymuş olmalı. Mutluluktan, mis gibi bir koku üflemiş ağaçlara, havaya, boydan boya tüm şehre, hatta kuşların kanatlarına bile.  Kanat çırptıkça, o nefis kokuyu katmerleniyor katmerleniyor insanı büyülüyor. Şehir, sahip olduğu renklerin daha bi koyusuna bürünmüş, tüm albenisiyle duruyor. Sokaklarda in cin top oynayadursun, ilerde bir çift el ele ıslanıyor. Kızın saçlarından süzülen damlalar, yerdeki su birikintileriyle buluşuyor. Adamın kirpiklerinin ucunda bir damla yerdeki su birikintisine kavuşmaya can atıyor. Adam, kızı aralıksız seyretmek için gözlerini kırpmamaya çalışırken, zavallı damla can çekişiyor. Bırak kendini, hadi bırak bırak da sevdiklerime kavuşayım diyor sanki

Pencerelerde küçük çocuklar yağmuru seyrediyor. Bir kadın, söylenerek hızla balkondaki çamaşırlarını topluyor. Arabaların silecekleri o küçük damlalarla başa çıkabileceğini sanıyorlar. Edebiyat severlere, mücadeleyi, azmi anlatıyor damlalar, yüzlerce güzel sözle. Alacağını alamayan hayat, türlü şeylerle seni sınava çekiyor. Öfkelenip camlarını temizledikçe, yenileri ekleniyor; siyah bir arabada huysuz bir adam hala pes etmiyor. Güzel bir kadın, ıslandıkça yeni fönlediği saçları bozuldukça küçük bir kediye dönüşüyor. Birileri ısrarla memnun olamazken; bir tek sokaklar coşuyor. Yağmur, sokaklarla dans edip, kocaman şehirlerin aklını başından almaya devam ediyor. Hızı kesilmiyor ama yetmiyor da… Koş, hadi koş…

Akrep, yelkovanla tam kırk beş derecelik bir açı çiziyor. Zamanın bir önemi var mı? Öğle sıcağı güçten düşüyor yavaş yavaş. Bir yerlerde insanlık dualar ederken, buralarda yağmur damlaların hızına yetişilmiyor. Sokakları ıssız bulan damlalar, çocuklar gibi özgürce ortada koşturuyorlar. Huysuz şoförleri, titiz ev hanımlarını, süslü Pakizeleri sinirlendirip, kahkahalarla gürlüyor. Gökyüzü çıldırmış olmalı, nasıl kuruyacağız bu kadar ıslakken?

Artık dayanamıyorum… Ben de çıkıp iliklerime kadar ıslansam… Güzel elbiselerimin şiddetli damlalarla yıpranabileceği umrumda bile değil. Hatta bir ceket bile almadan atmışım kendimi sokağa. “Sizinle coşmaya geldim, sizdenim… Hey! Ben de sizdenim… “ Sanki uçuyorum. Koyu yeşil yapraklara dokunuyorum geçerken…

Yoruluyorum… Başka bir yer kaldı mı nasibini almayan? Ahmakıslatan değil bunun adı, aklı olan ıslanıyor. O kadar şımarıyorum ki, kendimi bir şey sanıyorum. Her şeyden uzaklaşıp, tadını çıkarıyorum anın. Birden evimizin önündeki kaldırım taşlarının arasına atıyor rüzgâr beni. İstikametimi değiştirdiği için bir daha ona eşlik etmeyeceğim

Özgürlüğümü, yarıda kesiyor. Sonra her şey eski haline dönüveriyor. Üzerimde, ince beyaz bir hırka yıkanıyor. Evden çıkmış, ağır adımlarla eski dükkânlara doğru yürüyorum. Yaşlı bir teyze, titreyerek taşıyor taze ekmeğini. Damlalar çıldırasıya dökülüyor üzerimize. Hiç şikâyetçi değilim oysa. O kadar mutlu ve huzurluyum ki… Yüzümde kocaman bir gülümseme ile yaklaşıyorum yaşlı teyzeye. Damlalar, kocaman yuvarlak gözlüklerinde elim sende oyunu oynuyor. Önce birbirlerinden kopup, sonra birbirlerine karışıyorlar. Sırılsıklam ama şikâyetsiz bakıyorum gözlerine. “Teyzeciğim, buralarda şemsiye alabileceğim bir dükkân var mı? Gülmek, belki de alay etmek için açıyor ağzını yaşlı kadın: “A deli, buralara yağmur mu yağıyor ki?”

Kâbustan uyanır gibi kalkıyorum yerimden. Hemen pencereden dışarıya bakacağım. Bana yaşlı teyzenin yalan söylediğini göstereceksiniz. Güneşi görüyorum tam tepemde. Pencereyi açıp havayı kokluyorum. Rüya mıymış hepsi? Fakat ıslanmıştım. Elbiselerimi yokluyorum; kuru. Pencereyi kapatacakken aşağıda bir çocuk görüyorum. Çiçeklerini suluyor. “Olsun” diyorum. “En azından çiçekler, kendi dünyalarına has yağmurlardan nasibini alıyor…”

“Sen deli bir yağmurdun, ben ıslanmayı bilmeyen bir ahmak,
Bu yüzden hiç ıslanamadık sırılsıklam…”

19 Mayıs 2014 Pazartesi

SADECE RÜYALARINDA...


Olmuyor işte olmuyor. Düşünmemeyi başaramıyorum. Madenci kardeşlerimin arkasında bıraktıklarını düşünmeden edemiyorum. 

Tamam bir sürü yardım yapılıyor ve yapılacak. Okul hayatları boyunca devlet garantisi var ama kim dolduracak onların sol yanlarındaki boşluğu?

Tabi ki hiç kimse. 

Kiminin oğlu, kiminin kardeşi, kiminin abisi, kiminin eşi, kiminin de babası... O insanların bir kanatları kırıldı şimdi. En çok da babasını kaybeden çocukların... Bir sürü yetim kaldı.  

Madende hayatını kaybedenlerin yaş ortalamasının 27 olduğunu biliyor muydunuz. Bu ne demek biliyor musunuz.Bu demek oluyor ki arkada kalan bir sürü ufacık çocuk. Kimi daha anne karnında...

Ben iki sene oldu babamı kaybedeli. Daha toparlayamadım. Daha dün oturdum ağladım. O çocukları gördükçe daha çok ağladım. Ben araba aldım şimdi. Bizi ailecek çok mutlu etti bu olay. Çünkü bizim daha önce arabamız hiç olmamıştı. Keşke bende babama verebilseydim arabanın anahtarını da gönlünce gidip gelseydi istediği yere. Hastalığı zamanında o kadar zorlanmıştık ki arabanın olmamasından. Keşke babam görebilseydi benim güzel paralar kazandığımı mesleğimde ilerlediğimi. Babamı kaybettiğimde daha iki aylık mühendistim. Keşke babamın cebine gizliden para koyabilseydim. Yada anneme verseydim de o babama verseydi çaktırmadan. Babamı maaşıma aldığım zammı kutlamak için yemeğe götürebilseydim. Ama yok olmadı. Ve olmayacakta. Bunu düşündüğümde boğazımda düğümleniyor hıçkırıklar.

Ben ağlıyorum kendimden, kardeşimdem çok o Soma'da yetim kalan yüzlerce çocuklara. Benim boğazıma düğümlenen hıçkırıklar maalesef onlarında boğazına düğümlenecek. Baba dendiği zaman sol yanları hep acıyacak. 

Belki bazıları zamanından önce büyüyecekler, büyümek zorunda kalacaklar. Küçük kardeşleri üzülmesin diye televizyonda baba ile herhangi birşey olduğu zaman hemen o kanalı değiştirecekler. Belki hep bi gün gelecek zannedecekler babalarını. Babalarının kabrine gittikleri zaman gelmeyeceği gerçeğini anlayacaklar ama sonra yeniden olmayacak bir umut düşecek çocuk kalplerine belki gelir diye. Belki gelecek babaları rüyalarında yanlarına.

Ama sadece rüyalarında...

KARANLIK...


Yine ihmal ve yine yitip giden canlar...

Çok zor günler geçiriyorum şu son bir haftadır. Soma'da gerçekleşen cinayetten sonra doğru dürüst uyuyamaz oldum. Biliyorum ülkenin büyük bir çoğunluğu böyle. Ama benim mesleğim olduğu için bu konu ile fazlası ile alakadarım. Ben o madende 296 işçi kardeşlerimle, abilerimle birlikte 5 meslektaşımı kaybettim. Ben blogum aracılığla bundan önce de madenler ve meydana gelen olaylar hakkında dilimin döndüğünce birşeyler karaladım. Yazmayacaktım bu konu ile alakalı ama yok dayanamadım ve kendimi bilgisayarın başında yazarken buldum. Günlerdir nasıl yaşadığımı bilmiyorum. 

Ben stajlarımı Soma'da yaptım. Yeraltı stajımı yaptığım maden ocağı meydana gelen iş kazalarından sonra kapatıldı. Stajımı yaptığım zaman farklı maden ocakları görmek için büyük facianın olduğu maden ocağının yanında olan bir başka maden ocağına gitmiştik. Bir insan yeraltına maden ocağına, özellikle de kömür madenine girmediyse burada yaşanan olayları tam anlamıyla anlayabilmesi imkansız. Çünkü yaşamayan, görmeyen bilemez. Düşünün ya kafanızı kaldırdığınız zaman gökyüzünü göremiyorsunuz. Psikolojik olarak zor bir durum. 

Bu olaydan sonra bir sürü insan konuştu. Elektrikler kesildiği için insanlar maden ocağında karanlıkta kaldı ve nereye gittiklerini göremedikleri için madenden çıkamadılar diye. Ya hangi zihniyet hangi mantık bunu söylüyor acaba çok merak ediyorum. İnsanlar yeraltı kömür ocaklarını avizelerle falan mı aydınlatılıyor zannediyorlar acaba. Oradaki tek ışık kaynağınız baretinizin üstüne taktığınız feneriniz. Başka bir ışık yok. İnsanlar çoğu yerde kendi ışıklarından başka ışığın olmadığı kör karanlıkta çalışıyorlar. Yeraltı kömür ocağında çalışmak öldüğünüzde nasıl bir ortamda olacağını öğretiyor insana. :(

Ben yeraltı stajımın ilk günüden önce çok sevdiğim komşumuz olan bir teyzenin ölüm haberini almıştım. O yalnız kalmaktan, karanlıkta kalmaktan çok korkardı. Yeraltına girdiğim ilk gün onun etkisi ile kötü oldum. O karanlıktan, tek kalmaktan çok korkardı. Ben tamda onun korktuğu gibi bir ortamdaydım. Etkisinden kolay kolay kurtulamadım. Ama stajım gereği de bir ay boyunca her gün o yeraltı ocağına girdim. 

Bikaç günün sonunda ise alışıyorsun zaten. Zaten alışmasan ne yazar. O stajı yapmak zorundasın. Ama yeraltına girerkende her gün bize imza attırıyorlardı. Ben kendi rızamla giriyorum. Herhangi birşey olması durumunda firmanın hiçbir sorumluluğu yoktur diye. İş hayatına atılmam ve bu ölüm haberlerinden sonra stajdan sonra memleketime annemlerin yanına gelebildiğime dua etmem gerekiyormuş yeni yeni anlıyorum. 

Diyeceksiniz sen hepi topu bir ay yapmışsın oradaki insanlar bir ömür geçirmişler o madenlerde diye. Evet haklısınız. Ama ben o madenci kardeşlerimi anlıyorum. Maalesef ne yaşadıklarını, nasıl kurtulduklarını orada nasıl bir duygu içinde olduklarını maalesef anlayabiliyorum. :( 

12 Mayıs 2014 Pazartesi

SEV...

Bekliyorsun.... 
Kimi, neyi, niçin?...
Artık bekleyerek hayatı kaçırmaktan vazgeç...
Zaman beklemiyor çünkü kimseyi...
Sen yaşasan da, hayatın dışında kalsan da o hep son sürat akıp geçiyor...
Bekleyip de yarın yaşayacaklarına geç kalıp da yarınını, yarınındakileri cezalandırma...
At o yalnızlık şalını omuzlarından!
Bir avuç ömrün kalmış gibi hayatı dolu dolu yaşa...
Menderesler gibi usul usul akma...
Çağlayanlar gibi çağla, coş...
Sev... 
Hem de çok sev...
Anneni, babanı, kardeşini, çiçeği, yağmuru, güneşi, kedileri...
Yaradılanı sev yaradandan ötürü...
Sev... 
Sadece sev...